Osmanlı Devleti üç kıtadaki hakimiyeti ile dünyanın sayılı imparatorlukları arasında birinci sırada olan bir devlettir. Böyle bir yönetime sahip olan devletin ömründe elbette ki bizleri hayrete düşüren enteresan olayları, adetleri ve yasaları görmek mümkündür. İşte onlardan birkaç tanesi; *** “Yavuz Sultan Selim zamanının da Şeyhülislamı olan Zembilli Ali Efendi dede soyu nedeniyle Ali Cemal’i ismiyle tanınmıştır. Zembilli Ali Efendi evinin penceresinden bir “zembil/sepet” sarkıtır, dini konularda soruları olanlar, sorularını bir kâğıda yazıp zembile koyardı. O da akşamları zembilini çekip soruların cevaplarını yazar, zembili tekrar sarkıtırdı. Bu nedenle “Zembilli Ali Efendi” namıyla meşhur oldu. Doğum tarihi bilinmemektedir, 1526 yılında İstanbul’da öldü, türbesi Zeyrek Yokuşu’ndadır. *** Eski İstanbul’da esnaf derneklerinin mühürleri dört parçadan oluşacak biçimde yapılırdı ve bu parçalar vidalı bir sapın içine geçerek birleştirilirdi. Mührün her parçası, dört kişilik yönetim kurulunun bir üyesinde, sapı da reiste dururdu. Böylece mühür beş kişinin oy birliği olmayınca kullanılamazdı. Bu suretle hem suiistimallerin önüne geçilirdi. Hem de yönetim kurulu üyeleri, sorumluluk isteyen bir işte: “Benim bunda oyum yoktu…” diye inkâr yoluna sapamazdı. *** Lale Devri’nin ünlü sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa mücevher takmaya çok meraklı idi. Elinin hemen hemen tüm parmaklarında son derece değerli elmas, zümrüt, pırlanta yüzükler taşırdı ki bir seferinde parmaklarına taktığı yüzüklerin toplam değerinin 2.000.000 altın olduğu rivayet edilir. *** Lale soğanı Avrupa’ya Osmanlı’dan gitmiştir. Bu bir beyaz lale ve türünün adı da “Tülbent” idi. Fransızca dahil, birçok Batı dilinde lalenin adı olan “tulip” sözcüğü bu “tülbent” adından bozmadır. *** Kanuni’nin Sadrazamı İbrahim Paşa’nın adamlarından Alvaryo Griti adında birisi vardı. Bu zat, o zamanki Venedik Cumhuriyetinin elçisi idi. Taksim civarında bir sarayı vardı. Kendisine yazılan resmi evrakta “Beyoğlu” diye yâd olunurdu. Beyoğlu semtinin adı buradan gelmektedir. *** Eskiden tek minaresi bulunan ve mahya kurulamayan camilerden vakfı zengin olanlar, minarelerine kandillerden kaftan giydirirlerdi. *** Osmanlı’da Hz. Muhammed (s.a.v)’in neslinden geldikleri kabul edilen aileler vardı. Bunların liderleri Yıldırım Beyazıt tarafından Nakibü’l-Eşraflık makamına getirilmiş ve son döneme kadar devam etmiştir. Nakibü’l-Eşraflar Padişaha kılıç kuşandırırlardı. Nitekim Padişah cüluslarında yeni sultani ilk tebrik eden Nakibü’l-eşraftır. Nakibül’- Eşrafı’ın kılıç kuşandırmadığı padişahın hükümdarlığı geçersiz sayılırdı. Ayrıca bu makamda bulunan kişi divanda (bakanlar Kurulu) da bulunurdu. *** Osmanlı’da mürtezıkan diye bir sınıf vardı. Bu sınıf sâdât (peygamber evladı) diye anılırdı mürtezıkan dua günü, Padişahların övgüler yapar ve çalışmadan maaş alırlardı. (Halka bunlar göre tembel ve bedavacı sınıftı.) Bu sınıfa ait olduklarını belgeleyenlere devlet maaş bağlamıştı halk bu kişilere biraz sitemkâr bir eda ile “Mekke fukarası,” veya “Medine fukarası” diye adlandırırdı.” *** Yönetici sınıfın tüm üyelerinin giysilerini düzenleyen kanunlar vardı. Memurların kaftanlarının rengi, kol resimleri ve saçlarının biçimi en ince ayrıntısına kadar bu kanunnamelerde yer almıştır. Vezirler yeşil, Mabeyinciler kızıl, Lala mor, Mollalar açık mavi kaftan giyerlerdi. Babıâli memurları sarı ayakkabı, Saray memurları açık kırmızı ayakkabı giyerlerdi. Rumlar siyah, Ermeniler mor, Museviler mavi ayakkabı giyerlerdi. *** 1839’da Tanzimat ilân edildi ve Avrupalılaşmaya başladık. Artık ev eşyaları da değişmiş, minderin yerini sandalye almış, çatal günlük hayata girmiş ve yemeklerin de masada yenmesine başlanmıştı. Hükümdarlar ise yemeklerini tek başlarına yerlerdi ve bu, saray protokolünün gereğiydi. Gelenek, Abdülmecit zamanında bozuldu. Rus Çarı’nın kardeşi Prens Konstantin, Kudüs’ü ziyaretten dönerken İstanbul’a uğramıştı. Sultan Abdülmecit, Konstantin’le Küçüksu Kasrı’nda aynı masada “kuşluk taamı” etti. Gerçi hükümdarın babası II. Mahmut, Avusturya İmparatoru’nun kardeşi İstanbul’a geldiği zaman sarayda bir ziyafet vermişti ama masaya oturmamıştı. Misafirle beraber sofraya geçip geçmeyeceği sorulduğu zaman: “Ben Avrupa ile olan münasebetleri sarayda yemek yenmesine kadar getirdim. Ondan ilerisini benden sonra gelecek olanlara bıraktım” demiştir. Ve bu iş oğlu Abdülmecit’e nasip olmuştu. *** Sonuç olarak; Osmanlı sosyal ve siyasi hayattın her alanında enteresan olayların yaşandığı bir devlet olarak daha yüzyıllar boyu dilden dile anılacak ve anlatılacaktır.
(ÖNCE VATAN)