18 Mart 1915 Çanakkale Zaferi; Türk Milleti’nin dünyanın saldırgan devletlerine verdiği en büyük derstir. Mehmet Akif’in deyimiyle: “Kimi Hindu, kimi Yamyam, kimi bilmem ne bela… Hani tauna da zuldür bu rezil istila…” Yani sömürgeci zihniyette olan bütün dünya devletleri Türk Milleti’nin üzerine sırtlanlar gibi saldırmıştı. Ama başta Esat Paşa, Cevat Paşa, Mustafa Kemal olmak üzere ve saygıdeğer komutanlarımız ve nice isimsiz kahramanlar sayesinde zafer kazanılmıştı. Çünkü Çanakkale Zaferi’ni kazanan yüz binlerce kahraman Mehmetçikler savaş meydanını bir gül bahçesi gibi kabul ederek savaşmışlardı. İşte bu inancın en güzel belgesi olan Şehit Hasan Edhem’in, annesine yazdığı mektup: “Valideciğim! Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk annesi! Nasihat-âmiz mektubunu (nasihat dolu), Divrin Ovası gibi güzel, yeşillik bir ovacığın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının sayesinde otururken aldım. Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş ruhumu bir kat daha takviye etti. Okudum, okudukça büyük dersler aldım. Tekrar okudum. Şöyle güzel ve mukaddes bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim. Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım. Yeşil yeşil ekinlerin rüzgâra mukavemet edemeyerek eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu selamlıyor gibi geldi. Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni, annemden mektup geldi diyerek tebrik ediyorlardı. Gözlerimi biraz sağa çevirdim güzel bir yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları kendilerine mahsus bir seda ile beni tebşir ediyorlardı. Nazarlarımı sola çevirdim çığıl çığıl akan dere, bana validemden gelen mektuptan dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu… Başımı kaldırdım, gölgesinde istirahat ettiğim ağacın yapraklarına baktım. Hepsi benim sevincime iştirak ettiğini, yaptıkları rakslarla anlatmak istiyordu. Diğer bir dalına baktım, güzel bir bülbül, tatlı sedasıyla beni teşhir ediyor ve hissiyatıma iştirak ettiğini ince gagalarını açarak göstermek istiyordu. İşte bu geçen dakikalar anında, hizmet eri: “Efendim, çayınız, buyurunuz, içiniz,” dedi. “Pekâlâ dedim. Aldım baktım, sütlü çay…” “Mustafa bu sütü nereden aldın?” Dedim. “Efendim, şu derenin kenarında, yayıla yayıla giden sürü yok mu?” “Evet, dedim. Evet, ne kadar güzel!” “İşte onun çobanından 10 paraya aldım.” Valideciğim, on paraya yüz dirhem süt, hem de su katılmamış. Koyundan şimdi sağılmış, aldım ve içtim. Fakat bu sırada düşünüyorum. Ben validemin sayesinde onun gönderdiği para ile böyle süt içeyim de, annem içmesin, olur mu? Şevket neden içmiyor? Fakat yukarıdaki bülbül bağırıyordu: “Validen kaderine küssün, ne yapalım. O da erkek olsaydı, bu çiçeklerden koklayacak, bu sütten içecek, bu ekinlerin secdelerini görecek ve derenin aheste akışını tetkik edecek ve çıkardığı sesleri duyacak idi.” Şevket merak etmesin, o görür, belki de daha güzellerini görür. Fakat valideciğim, sen yine müteessir olma. Ben seni, evet seni mutlaka buralara getireceğim. Ve şu tabii manzarayı göstereceğim. Şevket, Hilmi de senin sayende görecektir. O güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında, çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler. Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu. Ey Allah’ım, bu ovada onun sesi be kadar güzeldi. Bülbül bile sustu, ekinler bile hareketten kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu. Herkes, her şey, bütün mevcudat onu, o mukaddes sesi dinliyordu. Ezan bitti. O dereden ben de bir abdest aldım. Cemaat ile namazı kıldık. O güzel yeşil çayırların üzerine diz çöktüm. Bütün dünyanın dağdağa ve debdebelerini unuttum. Ellerimi kaldırdım, gözlerimi yukarı diktim, ağzımı açtım ve dedim: “Ey Yüce Rabbim! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Hâlıkı! Sen bütün bunları Türklere verdin. Yine Türkler’de bırak. Çünkü böyle güzel yerler, seni takdis eden ve seni ulu tanıyan Türklere mahsustur. Ey benim Yarabbim! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri; ism-i celalini İngilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsan eyle ve huzurunda titreyerek, böyle güzel ve sakin bir yerde sana dua eden biz askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahret tin ya, bütün bütün mahfeyle! Diyerek bir dua ettim ve kalktım. Artık benim kadar mesut, benim kadar mesrur bir kimse tasavvur edilemezdi. Dünyanın en güzel yerleri burası imiş. Yalnız bu memleketlerde düğün olmuyor. İnşallah düşman asker çıkarır da, bizi de götürürler, bir düğün yaparız, olmaz mı? Kadir’e mektup yazdım. Valideciğim, evdeki senet vesaireyi kimselere katiyen vermeyin ve sorarlarsa biz bilmiyoruz deyin. Çantayı al, sandığa koy. Ben sana vaktiyle anlatmış idim. Bu dünya böyledir. Fakat sen merak etme. O parayı vermese, adliyedeki adam vermezdi. Hani nasıl aldık. Yalnız zaman ister. Valideciğim, çamaşır falan istemem, paralarım duruyor, Allah razı olsun.” Oğlun Hasan Edhem 4 Nisan 1331 (17 Nisan 1915) Kısacası; dün Çanakkale’de destan yazanların torunları; bugün Afrin’de aynı günün yıldönümünde savaşı düğün sayarak zafer kazandılar ve zaferi bütün dünyaya ilan ettiler. Ne mutlu o “şehit ve gazilere,” ne mutlu ki; böyle kahramanlara sahip olan Türk Milleti’ne!
(Önce Vatan Gazetesi)